DEFTERDÂR
Defter ile dâr kelimelerinden meydana gelen bir terkib olan "defterdâr" "defter tutan" demektir. Dogudaki Müslüman devletlerin "müstevfi" dedikleri görevliye Osmanlilar, defterdâr diyorlardi. Bir bakima günümüzdeki Maliye bakanligi mânâsini ifade eder. Osmanlilar, XIV. asrin son yarisinda ve Sultan I. Murad zamaninda maliye teskilâtinin temelini atip onu tedricen gelistirmislerdir. Buna bakarak Osmanlilarin daha kurulus yillarindan itibaren maliye isleri üzerinde önemle durduklari söylenebilir. Hatta Abdurrahman Vefik, Osman Gazi'nin ölümü esnasinda oglu Orhan'a yaptigi vasiyetinden bahs ederken onun "beytü'l-mal-i müslimîn"i korumasi gerektigini söyleyerek devletin servetini muhafaza etmesi ve gereksiz yere para harcamamasi gerektigine isaretle bunun önemini belirttigine temas eder.Fâtih Sultan Mehmed tarafindan tedvin ettirilmis olan kanunnâme-i Âl-i Osman ile diger kanunnâmelere göre defterdâr, padisah malinin (Devlet hazinesi) vekili olarak gösterilmektedir. Dis hazine ile maliye kayitlarini ihtiva eden devlet hazinesinin açilip kapanmasi defterdârin huzurunda olurdu. Baska bir ifade ile hazinenin açilmasinda hazir bulunmak, defterdârin vazifeleri arasinda bulunuyordu. Divân'in aslî üyelerinden olan defterdâr, sadece sali günkü divan sonunda arza girer ve kendi dairesi ile ilgili bilgiler verirdi. Bununla beraber, padisahin huzurunda okuyacagi telhîs hakkinda daha önce vezir-i a'zamla görüsür ve onun muvafakatini alirdi. Bayram tebriklerinde padisah vezirlere oldugu gibi defterdarlara da ayaga kalkardi.Genel olarak devlet gelirlerini çogaltmak, gerekli yerlere sarf etmek ve fazla olani da muhafaza altinda bulundurmak vazifesi ile yükümlü bulunan defterdâr, Osmanli Devleti'nin kurulus yillarinda bu görevleri yerine getiriyordu. Devletin kurulus yillarinda bir defterdâr varken, daha sonra, yeni yeni yerlerin feth edilmesi ve ihtiyaçlarin çogalmasi yüzünden sayilan artirildi. Bunlar, II. Bâyezid dönemine kadar Rumeli'de hazineye ait islere bakan Rumeli defterdâri veya bas defterdâr ile Anadolu'nun malî islerine bakan Anadolu defterdâri olmak üzere iki kisi idi. Tevkiî Abdurrahman Pasa kanunnâmesine göre daha sonraki dönemlerde bas defterdârdan baska Anadolu defterdâri ile "sIkk-i sânî" denilen defterdârlar vardir. Bunlar da bas defterdâr ile divana devam ederler. Sefer esnasinda bas defterdâr ordu ile gittigi zaman, Anadolu defterdâri onun yerine vekâleten bakardi.Defterdârlar, kendilerini ilgilendiren malî islerdeki sIkâyetleri, Defterdâr Kapisi'nda akd edilen divanda dinler ve gerek görülürse "tugrali ahkâm" verirlerdi. Zaten kanunnâmeye göre kendilerine bu selahiyet verilmistir. Her defterdâr, kendi dairesinden çikan evrakin arkasini imzalardi. On yedinci asrin ortalarindan itibaren bütün maliye hükümlerinin (tugrali ahkâm) arkalarina kuyruklu imza koyma hakki, bas defterdâra verildi. Bundan baska bas defterdâr, divan karari ile malî tayinlere ait kuyruklu imzasi ile "buyruldu" yazmakla birlikte bunun üst kenari sadr-i a'zamin buyruldusuyla tasdik olunurdu. Defterdâr, sadr-i a'zama re'sen yazdigi veya havale edilmis bir muameleli kagit üzerine cevap verdigi zaman, kuyruklu imza koymaz, topluca bir imza koyardi.Kanunnâmede bas defterdâr ve vazifeleri hakkinda su bilgiler verilmektedir:"Bas defterdâr pâye ve itibarda "nisanci" gibidir. Bas defterdâr olan mal vekilidir. Ve kendi evinde divân eder. Ve maliyeye müteallik davalari dinler. Maliye tarafindan ahkâm verir. Ve ahkâmin zahrina (tugrali ahkâmin arkasina) kuyruklu imza çeker. Ve tahsil-i mal-i mirî için mültezimleri haps eder. Ve mahallinde mukataati tevcih edüp buyurur. Ama "pençe" çekmez. Ve bi'l-cümle mal-i beytü'l-mali tahsil ve hazineyi tekmil ile memur olup beytü'l-mala müteallik olan umur-i cumhuru onlar görür. Ve mültezimleri zulüm ve taaddiden tahzir ve reaya fukarasini himaye babinda sa'y-i kesir etmek ve söz tutmayip fukaraya zulm eden mültezimleri vekil-i devlete arz ve ta'zir ettirmek, defterdârlarin lazime-i zimmetleri ve zahri ahiretleridir (ahiret aziklari). Hususan emval-i yetamadan (yetim mallarindan) hazine-i âmireyi siyânet (korumak) ve beytü'l-mal-i müslîmîni mal-i haramdan himayet etmek. Kanunnâme metninden anlasilacagi üzere devlet gelir ve giderleri ile ilgilenen defterdârlarin vazifeleri, sadece devlet hazinesini zenginlestirmek degildir. Onlar, devlet hazinesine haram malin girmesine engel olmak zorunda olduklari gibi yetim mali dahi sokmayacaklardir.Onsekizinci asir baslarindan itibaren Rumeli defterdârlarina veya bas defterdâra "sIkk-i evvel", Anadolu defterdârina "sIkk-i sânî", üçüncü defterdâra da "sIkk-i sâlis" adi verildi.Icraat ve tahsilatta defterdârin icra memuru olarak maiyetinde farkli vazifeleri bulunan bes görevli bulunurdu. Bunlardan ilki, bas bakikulu denilen devlet gelirlerinin birinci tahsil memurudur. Defterdârlikta bunun bir dairesi olup emri altinda bakikulu ismiyle altmis kadar mübasir vardir.Bunlar, hazineye borcu olup vermiyenleri hapis ve sIkIstirma ile tahsilat yaparlardi. Bu yüzden maliyeye borcu olanlar bas bakikulu hapishanesinde tutuklanirlardi.îkinci icra memuru, cizye bas bakikuludur. Bu da cizye sebebiyle hazineye borcu olanlari takip eder. Iltizama verilen cizyelerin, mültezimlerinden henüz borcunu ödememis veya yatirmamis olanlari takib ederdi.Adi geçen dairenin üçüncü icra memuru, tahsilat ve ödemelere nezâret eden veznedar basidir. Bunun da maiyetinde dört veznedar vardi. Bas defterdârin icra memurlarindan dördüncüsü sergi nâziri, besincisi de sergi halifesi olup her ikisi de hazine muamelatinin defterini tutuyorlardi.Defterdâr tabiri, 1253 (1838) senesinin Zilhicce ayinda sadir olan Hatt-i hümâyun mucibince terk edilerek yerine "Maliye Nezâreti" tabiri kullanilmistir.
KADIASKER
Osmanli Devleti'nde askerî ve hukukî islerden sorumlu olan kadiaskerlik teskilâti, gerek kelime gerekse meslek olarak uzun bir geçmise sahiptir. Hz. Ömer tarafindan ordugâh sehirlerine tayin edilen kadilar, sivil olmaktan ziyade askerî bir hüviyet tasiyorlardi. Bu sebeple, kadiaskerligin Hz. Ömer tarafindan kuruldugu belirtilmektedir. Abbasîler'de de görülen bu mansib, Harzemsahlar'da, Anadolu Selçuklulari'nda Eyyûbîler'de, Memlûklerde ve hatta Karamanlilar'da da vardi.Osmanli Devleti'nde ilk kadiaskerin Bursa Kadisi Çandarli Kara Halil Hayreddin Pasa oldugu belirtilmektedir. Kaynaklar, ilk kadiaskerin adi geçen zat oldugunda müttefik olmalarina ragmen, tayin tarihi için farkli rakamlar vermektedirler. ÂsIkpasazâde ve Oruç Bey, bu makamin 761 (M 1359), Hoca Saadeddin, Solakzâde ve Müneccimbasi 763 (M. 1361)'de ihdas edildigini belirtmektedirler. Bundan baska kadiaskerlik hakkindaki arastirmasinda M. Ipsirli ,baska kaynaklarda bu tarihin 762 (M. 1360) olarak verildigini söyler.Kelime olarak lügat mânâsi "asker kadist" demek olan kadiaskerlik, Osmanli ilmiye teskilâti içinde önemli bir mevki idi. Kadiasker terkibindeki "asker" kelimesi, müessesenin özelligi açisindan önem tasir. Zira, Seyhulislâmliktan takriben bir asir kadar önce (80 sene) kurulmus olan müessesenin kurulusunda devletin, asker ve onlarin ihtiyaçlarini karsilamada titizlikle hareket ettigini göstermektedir. Bununla beraber, Divan-i Hümâyun azasi olan kadiaskerin vazifeleri sadece askerî saha ile sinirli degildi. Kadiaskerler ayni zamanda bütün sivil adlî islere de bakiyorlardi. Onlar, belli seviyedeki bazi kadi ve nâiblerin tayinlerini de yapiyorlardi. Divan toplantilarinda vezir-i a'zamin saginda vezirler, solunda da kadiaskerler yer alirdi.Fâtih Sultan Mehmed'in son senelerine kadar yalniz bir kadiaskerlik vardi. Hududlarin genislemesi ve islerin çogalmasi yüzünden 885 (M. 1481) yilinda biri Rumeli, digeri Anadolu olmak üzere ikiye ayrildi. Belirtilen tarihte, Muslihiddin el-Kastalanî daha üstün kabul edilen Rumeli kadiaskerligine, o dönemde Istanbul kadisi olan Balikesirli Haci Hasanzâde Mehmed b. Mustafa da Anadolu kadiaskerligine getirildiler. Dogu ve Güneydogu Anadolu'nun Osmanli ülkesine ilhakindan sonra Yavuz Sultan Selim (1512-1520) tarafindan 922'de yani XVI. asrin ilk çeyreginde (1516) merkezi Diyarbekir (Diyarbakir) olan Arap ve Acem kadiaskerligi adi altinda üçüncü bir kadiaskerlik kuruldu. Devlet merkezine olan uzakligi sebebiyle olsa gerek ki divân üyeligi bulunmayan bu kadiaskerligin basina meshur tarihçi ve bilgin Idrisî Bitlisî getirildi. Bilahare merkezi, payitahta (Istanbul) nakledilen bu kadiaskerlige Fenarîzâde Mehmed Sah Efendi tayin edildi. 924 (M. 1518) de adi geçen sahsin bu görevden ayrilmasindan sonra bir müddet vekaletle idareye baslanan bu kadiaskerlik lagv edilerek vazife ve selahiyetleri Anadolu kadiaskerligine birakildi. Böylece Rumeli ve Anadolu kadiaskerlikleri diye tekrar ikiye indirilen bu müessese, Osmanli saltanatinin sonuna kadar devam etti.Protokola göre daha üstün addedilen Rumeli kadiaskerleri ile daha asagi bir mevkide bulunan Anadolu kadiaskerinin vazifeleri kanunnâmelerde söyle belirtilir:"Bilfül Rumeli kadiaskeri olan efendi, Rumeli ve adalarda vaki kazalari ve kismet-i askeriyeleri tevcih eder.Ve bilfül Anadolu kadiaskeri olan efendi, Anadolu'da ve Arabistan'da vaki kazalari ve kismet-i askeriyeleri tevcih eder.Ve bu efendiler, divân günlerinde elbette Divan-i Hümâyuna müdavemet edüp Cuma günlerinde vezir-i a'zam hazretlerinin hânesine varirlar. Amma dâva istimai lâzim gelse Rumeli kadiaskeri istima edüp Anadolu kadiaskeri kendi halinde oturur. Meger vekil-i saltanat tarafindan me'zûn ve me'mûr ola, ol zaman istimai ser'an caiz olur.Ve yirmi, yirmibes ve otuz ve kirk medreselerin ve kendi taraflarina müteallik olan bazi mahallin cihet ve tevliyet makulesin tevcih edegelmislerdir."Böylece Anadolu'da bulunan müderris ve kadilarin tayini, Anadolu kadiaskerinin, Rumeli'de bulunan müderris ve kadilarin tayini de Rumeli kadiaskeri tarafindan yapilmaktaydi. Görüldügü gibi müessesenin görevleri, egitim ve yargi teskilatinin idaresi, ordu ve askerî zümrenin gerek baris, gerekse savas sirasinda hukukî ihtilaflarinin giderilmesi ve davalarinin görülmesi seklinde iki ana grupta toplanabilir.Kadiaskerler, XVI. yüzyilin ikinci yansini müteakip, Seyhülislâmligin ön plâna çiktigi tarihe kadar bütün kadi ve müderrisleri aday (namzet) gösterip tayinleri sadr-i a'zama ait olan kirktan yukari müderrisler ile mevâliyi vezir-i a'zama arz ile tayinlerine delâlet ederlerdi. Daha sonra bu gibilerin arzlari kendilerinden alinarak, kirk akçaya kadar olan müderrislerle kaza kadilarinin tayinleri eskisi gibi bunlara birakildi. Kirktan yukari yevmiyeli müderrisler ile mevâlinin tayinleri ise seyhülislâmlara verilmistir. Tayin olunacak müderris veya kadi Anadolu'da ise Anadolu kadiaskeri, Rumelide ise Rumeli kadiaskeri tarafindan arz günlerinde, bizzat kendisi tarafindan, padisah huzurunda okunan "Defter-i akdiye" de okunup inha olunan kadilarin tayinleri için padisahin muvafakati alinirdi.Bir kimsenin kadiasker olabilmesi için "mevleviyet" denilen 500 akça yevmiyeli büyük kadilik mansibinda bulunmasi gerekirdi. XVI. asrin ikinci yarisina kadar kadiasker olmak için muayyen bir usûl yoktu. Fakat bu tarihten sonra Istanbul ve Edirne kadilarindan veya Anadolu kadiaskeri pâyesi olan Istanbul kadisi mazullerinden birinin fiilen Anadolu kadiaskeri olmasi kanun haline gelmisti. Bu kadiaskerlikten sonra da Rumeli kadiaskerligi gelirdi. Kurulustan sonraki dönemlerde kadiaskerlik müddeti, diger mevleviyetlerde oldugu gibi bir yildi. Bu müddeti dolduran kadiasker, mazûl sayilarak yerine sirada olan bir baskasi tayin edilirdi. XVI. asrin ikinci yarisindan itibaren Rumeli kadiaskerleri Seyhülislâm olurlardi.Zamanla maaslarinda farklilik görülen kadiaskerler, Fatih kanunnâmesine göre devlet hazinesinden yevmiye 500 akça aliyorlardi. XVI. yüzyilin ortalarindan sonra Rumeli kadiaskeri 572, Anadolu kadiaskeri ise 563 akça yevmiye aliyorlardi. Bunlarin maaslarindan baska askerî siniftan olup vefat edenlerin "resm-i kismet"lerinden, binde onbes akça olarak gelirleri vardi. Bu para, kadiasker kassamlari vasitasiyle tahsil edilirdi. Âli'nin kaydina göre Rumeli kadiaskerine resm-i kismetten günde sekiz bin akça hasil olurdu. Anadolu kadiaskerinin resm-i kismeti ise daha fazla idi. Irak, Suriye ve Misir'in bu kadiaskerlige bagli olmasi, bu artisa sebep oluyordu. Mazuliyet veya tekaüdlerinde de kendilerine maas tahsis edilen kadiaskerlere, daha sonra birer arpalik verilerek iaselerinin temin edilmesi saglanirdi.Divân'daki davalari dinleyen kadiaskerler, Sali ve Çarsamba hariç olmak üzere hergün kendi konaklarinda divân akdedip kendilerini ilgilendiren ser'î ve hukukî islere bakarlardi. Kadiaskerlerden her birinin tezkireci, rûznamçeci, matlabçi, tatbikçi, mektupçu ve kethüda olmak üzere yardimcilari bulunurdu. Ayrica her birinin davali ve davaciyi divâna getiren yirmiser muhziri bulunmaktaydi.Padisah, sefere çiktigi zaman kadiaskerler de onunla birlikte giderlerdi. Padisah sefere gitmedigi takdirde onlar da gitmezlerdi. Bu durumda ser'î muameleleri görmek üzere onlarin yerine "ordu kadisi" tayin edilip gönderilirdi. Ayni sekilde padisahlar Edirne'ye gittikleri zaman onlar da padisahla birlikte gider ve akd edilen divân oturumlarina istirak ederlerdi.Bu müessese, Osmanli Devleti'nin sonuna kadar devam etmis, Osmanli hükümeti ile birlikte o da tarihe mal olmustur.
VEZIR-I A'ZAM VE VEZIRLER
Osmanlilarin ilk dönemlerinde divanda sadece bir vezir bulunuyordu. O da ilmiye sinifina mensuptu. Daha sonra vezir sayisi artinca birinci vezire "Vezir-i a'zam" denildi. Bundan baska "Sadr-i âlî", "Sâhib-i devlet", "Zât-i asefî" ve "Vekil-i mutlak" gibi tabirler de kullanilmis ise de bunlar asil el-kabtan degillerdir.Osmanli Devleti'nde ilk vezir, Haci Kemaleddin oglu Alaeddin Pasa'dir. Bu zat, ilmiye sinifina mensup oldugu gibi ayni zamanda taninmis ahi reislerindendi. Osmanli tarihçilerinin büyük bir kismi, bu zat ile Sehzâde Alaeddin'i birbirine karistirir. Alaeddin Pasa'dan sonra bu makama sira ile Ahmed Pasa, Haci Pasa ve Sinaneddin Yusuf Pasa gelmislerdi. Çandarli Halil Hayreddin Pasa ise Sinaneddin Yusuf Pasa'dan sonra vezirlige getirilmisti. Onun ölümü üzerine vezir olan ve bu makamda onbir yil kadar kalan Çandarlizâde Ali Pasa zamaninda, Timurtas Pasa'ya da vezirlik verilince Çandarlizâde Ali Pasa vezir-i a'zam diye anilmaya baslandi.Çandarli Halil Hayreddin Pasa'dan önceki vezirler orduya komuta etmiyorlardi. Bu görevi, askerî sinifa mensub olanlar yürütüyordu. Fakat Hayreddin Pasa'nin Rumeli fetihlerinde komutanligi vezirlikle birlestirip mühim muvaffakiyetler kazanmasi, idarî ve askerî islerin bir elde toplanmasina sebep olmustu. Bundan sonra gelen birinci vezirler hep ayni sekilde hareket etmislerdi.Daha sonraki tarihlerde vezirlerin sayisi artmis ve XVI. asir ortalarina yakin zamana kadar vezirlik, sadece Istanbul'da bulunan mahdud kimselere münhasir iken Kanunî devri vezirlerinden Çoban Mustafa Pasa ile Hain Ahmed Pasa, önemine binaen vezirlikle Misir valiligine tayin edilmislerdi. Daha sonraki tarihlerde Budin, Yemen ve Bagdad eyaletlerine de vali olarak vezirler gönderilmisti.Vezir-i azam, padisahtan sonra devletin en büyük reisi ve hükümdarin mutlak vekili oldugundan, sözü ve yazisi padisahin iradesi ve fermani demekti. Çandarli hanedaninin düsüsüne kadar bütün islerde birinci merci vezir-i azamdi. Çelebi Mehmed zamanindaki Amasyali Bayezid Pasa'nin vezir-i azamligi bir tarafa birakilacak olursa Çandarli ailesinin bir silsile halinde kadiaskerlikten gelmek suretiyle yetmis seneden fazla bir müddet kesintisiz o mevkii isgal etmeleri ve hükümdarlarin itimadlarini kazanmalari bütün Türk devlet adamlarinin bir ailenin etrafinda toplanmalarina sebep olmustu. Hatta Segedin muahedesinin akdi üzerine saltanati oglu Mehmed'e birakan Ikinci Murad, karsi tarafin bu firsati ganimet bilip antlasmayi bozmasi üzerine, anormal bir hal alan olaylar karsisinda tekrar hükümdar olup idareyi eline almak istedigi zaman, Vezir-i azam Çandarlizâde Halil Pasa'nin tesebbüsüyle ikinci defa hükümdarlik makamina getirilmisti.Icabinda padisah adina divana riyaset (baskanlik) eden vezir veya vezir-i azamlar, hükümdarin mutlak vekili idiler. Pâdisahin elips seklindeki altin bir mührü, bunun alameti olarak yanlarinda bulunurdu. Vezir, devlet islerinde bütün selahiyet ve mesuliyetlere sahip oldugu gibi bütün azil ve tayin isleri de onun reyi ile olurdu. Bu dönemlerde, hükümdarlarca hiç bir taleplerinin reddedilmemesi adet haline gelmisti.Kendisinden önceki töre, örf ve gelenekleri yazili bir metin haline getiren Fâtih Sultan Mehmed'in kanunnâmesinde vezir-i âzamla ilgili olarak söyle denilmektedir:"Bilgil ki vüzerâ ve ümerânin vezir-i azam basidir, cümlenin ulusudur. Cümle umurun vekil-i mutlakidir. Ve malimin vekili defterdarindir ve ol, vezir-i azam nâziridir. Ve oturmada ve durmada ve mertebede vezir-i azam cümleden mukaddemdir."Tevkiî Abdurrahman Pasa kanunnâmesinde de vezir-i azam hakkinda su ifadeler kullanilmaktadir:"Evvela sadr-i azam olanlar cümleyi tasaddur edüp amme-i mesalih-i din ve devlet ve kâffe-i nizâm-i ahval-i saltanat ve tenfiz-i hudud ve kisas ve haps ve nefy ve enva-i ta'zir ve siyâset ve istimai da'va ve icray-i ahkâm-i seriat ve def-i mezâlim ve tedbir-i memleket ve tevcih-i eyâlet ve emâret ve ulûfe ve zeamet ve timar ve tevliyet ve hitabet ve imâmet ve kitâbet ve cem'i cihet ve taklid-i kaza ve nasb-i müvella ve tefviz ve tevkil ve tayin ve tahsil ve umur-i cumhur ve tevcihat-i gayr-i mahsur ve'l-hasil cemi-i menâsib-i seyfiyye ve ilmiyenin tevcih ve azli ve cemi-i kadaya-i ser'iyye ve örfiyenin istima ve icrasi için bizzat cenab-i padisahîden vekil-i mutlak ve memâlik-i mahruse-i Osmanî ve taht-i hükümet-i sultanîde olan cemi-i nâsin üzerine hakim-i sahib-i ferman oldugu muhakkaktir.Sair vüzera ve vülat ve amme-i ulemâ ve kudat ve mesayih ve sâdat ve a'yan ve ekâbir ve tavaif-i asâkir ve reâya ve berâya ve ehl-i cihât ve ashab-i ticarat kebir ve sagir ve gani ve fakir ve kavi ve zayif ve vadi" ve serif ve muhassalan havas ve avam kâffe-i enâm cemian sadr-i a'zam olanlarin kelamini bizzat sevketlû ve mehâbetlû ve seadetlû padisah zillullah hazretlerinin mübarek lisan-i seriflerinden sadir olmus ferman-i vâcibu'l-iz'an bilüp emrine imtisâl ve kendüye ta'zim ve tavkir ve iclâl etmeye me'murlerdir."Kanunnâme metinlerinde görüldügü gibi vezir-i a'zamlar, vekil-i mutlak olarak büyük ve genis yetkilere sahip olan kimselerdi. Herkes onun emirlerine itaat etmekle yükümlü görünmektedir. Çünkü o, padisahi temsil etmekteydi. Vezir-i a'zam (Kanunî döneminden itibaren) sadr-i a'zamlar, padisahin yüzük seklindeki tugrali altin mührünü tasirlardi. Vezir-i a'zamlarin, diger vezirlerden farklari "mühr-i hümâyun" denilen bu mühür ile olup hükümdarlik selâhiyetinin icrasina ve padisahin kendisini vekil ettigine dair bir delil oldugu için onlar bu mührü örülmüs bir kese içinde koyunlarinda tasirlardi. Vezir-i azamin azlinde veya ölümü halinde "mühr-i hümâyun" ikinci veya üçüncü vezire verilirdi. Mühr-i hümâyun ya divana gönderilmek veya vezir-i a'zam olacak kimsenin huzura kabul edilmesi suretiyle verilirdi.Osmanli Devleti'nde XVI. asrin ilk yarilarina kadar yalniz devlet merkezinde bulunup divan-i hümâyuna memur "kubbe veziri" veya "kubbenisîn" denilen vezirler vardi. Bunlarin sayilari pek fazla degildi. Kubbe vezirleri divanda kidem sirasina göre otururlardi.Fâtih Sultan Mehmed'den itibaren hükümdarlar Divan-i Hümâyun toplantilarina katilmayi terk edip, riyaseti sadrazama biraktiktan ve XVI. asrin ikinci yansinda bu toplantilar haftada dört güne inhisar edildikten sonra hükümdarlar, arz odasinda sadrazamin verdigi izahati dinleyerek müzakerelerden haberdar olurdu. Bir müddet sonra devlet isleri Pasakapisi'nda görülmeye baslanmis ve Divan-i Hümâyun XVIII. asirdan sonra elçi kabulü ve ulûfe tevziine tahsis edilmisti. Sadrazamlarin hükümdarlarla görüsmeleri ise XVI. asirdan itibaren gittikçe azalmisti. Bunlar, devlet islerini "telhîs" veya "takrîr" adli vesIkalarla ve ekleri ile birlikte hükümdara arz ederlerdi. Böylelikle telhîsler, kanun, nizam, tevcih, usûl ve âdet ile tayin edilmis olan ve hükümdarin tasdikine ihtiyaç gösteren hususlara ait sadrazamin arzi mahiyetinde idiler. Sadrazam kendi fikrini de beyan ettikten sonra ilgili konu hakkinda padisahin fikrini sorardi. Telhislerin hazirlanmasi Reisü'l-küttabin görevi olup, hazirlandiktan sonra genellikle padisahi yormamak ve merami açikça ifade etmek üzere sade bir ifade ve iri nesihle yazilarak saraya gönderilirdi. Padisahin "manzurum oldu", "verilsin", "verdim", "tedarik edesin", "zamani degildir", "berhüdar olasin", "olmaz" gibi hatt-i hümâyunu ile isaret etmesinden sonra sadrazam onu isleme koyardi. Sadrazamlarin diger devlet ricaline ve idarecilere olan tahriratina ise "buyruldu" denirdi. Osmanli Devleti'nin ilgasina kadar sadrazamlarin ya re'sen veya bir muamele dolayisiyle mektubî kaleminden yazilan kagitlara "buyruldi-i sâmi" ismi verilmektedir. Bu buyruldunun divanî yazi ile yazilmasi ve bas tarafina da sadrazamin ismini havi sadaret mührünün basilmasi usûldendi.
DIVAN ÜYELERI
Kurulus dönemi Osmanli divani, her gün sabah namazindan sonra padisahin huzuru ile toplanarak görevinin gerektirdigi isleri yapardi. Divan toplantilarinda üyelerden her birinin kendisini ilgilendiren vazifeleri vardi. Her üye kendini ilgilendiren vazifeleri ile mesgul olurdu. Padisahi bir tarafa birakacak olursak kurulus döneminde divanda vezir-i a'zam, kadiasker, defterdar ve nisanci gibi asil üyeler bulunuyordu.
DIVAN-I HÜMÂYUN
Islâm dünyasinda, Hz. Ömer ile baslayan divan teskilati, daha sonra degisIk sekil ve isimlerle gelisip devam etti. Osmanli döneminde bizzat padisahin baskanliginda önemli devlet islerini görüsmek üzere toplanan Divan'a, "Divan-i Humâyun" denirdi. Bu müessesenin, devletin ilk yillarinda nasil gelistigine dair kesin bir bilgiye sahip degiliz. Ancak Ibn Kemâl, (Defter I, s. 28, 106) bu müessesenin daha Osman Gazi zamaninda ortaya çiktigini kayd eder. Herhalde bu, Anadolu beyliklerinde ortaya çikan divanin bir benzeri olmalidir ki, pek fazla bir gelisme göstermemistir. Babasinin yerine geçip Bey ünvanini alan Orhan döneminde, divanin varligi artik kesinlik kazanmis görünmektedir. Hatta ÂsIkpasazâde'nin, bu bey zamaninda, divana gelmek zorunda olan devlet adamlarinin (divan üyeleri) burmali tülbent, yani bir çesit sarik sarmalarini emr ettigini söylemesi, onun divan erkâni için bir kiyafet tesbit ettigini göstermektedir. Osmanli divani, daha sonra gelen hükümdarlar vâsitasiyle bir hayli gelistirilerek devletin en önemli organlari arasinda yer alacaktir.Ilk dönem Osmanli divaninin çok sade ve basit oldugu tahmin edilebilir. Öyle anlasiliyor ki bu ilk divan, uç beyligi zamanindaki seklini az çok muhafaza etmisti. Divan heyetinde, Osmanli beyinin kendisinden baska bir veziri, muhtemelen hükümet merkezi olan sehrin kadisi, beyligin malî islerini idare eden nâib veya defterdar gibi az sayida üye vardi. Zaman zaman, bey yerine icabinda orduya kumanda eden sahis olarak sahnede Osmanli beyinin oglu görülmektedir ki, bu vaziyet, divan kurulusunun uç beyligi divaninin modeline göre oldugu hakkinda bir kanaat vermektedir. Fakat Selçuklu Devleti tamamen yikilip Mogol nüfuzu da sarsilmaya baslayinca müstakil bir devlet olma yolunu tutan Osmanli Beyligi'nde, divanin gittikçe Selçuklu divani modeline benzer bir mahiyet kazandigi görülür.Orhan Bey zamaninda müesseselestigi görülen divanin üyeleri için, artik resmî bir kiyafetin tesbit edildigi görülür. Divan toplantilari, Sultan I. Murad, Yildirim Bâyezid, Çelebi Sultan Mehmed ve II. Murad devirlerinde de devam etmisti. Yildirim Bâyezid, halkin sIkâyetlerini dinlemek üzere her sabah yüksek bir yere çikardi. Herhangi bir derdi ve sIkIntisi olanlar orada kendisine sIkayette bulunurlardi. O da bunlarin problemlerini derhal çözerdi.Divan, Orhan Bey zamanindan, Fâtih'in ilk devirlerine kadar her gün toplanirdi. Toplantilar sabah namazindan sonra baslar ve ögleye kadar devam ederdi. XV. asrin ortalarindan sonra (Fâtih dönemi) toplantilar haftada dört güne (Cumartesi, Pazar, Pazartesi, Sali) inmis, Pazar ve Sali günleri de arz günleri olarak tesbit edilmisti.Divan, hangi din ve millete mensub olursa olsun, hangi sinif ve tabakadan bulunursa bulunsun, kadin erkek herkese açikti. Idarî, siyasî ve örfî isler re'sen, digerleri de müracaat, sIkâyet veya görülen lüzum üzerine veya itiraz sebebiyle temyiz suretiyle tedkik edilirdi. Memleketin herhangi bir yerinde haksizliga ugrayan, zulüm gören veya mahalli kadilarca haklarinda yanlis hüküm verilmis olanlar, vali ve askerî siniftan sIkâyeti bulunanlar, vakif mütevellilerinin haksiz muamelelerine ugrayanlar vs. gibi davacilar için divan kapisi daima açikti. Divanda önce halkin dilek ve sIkâyetleri dinlenir, ondan sonra devlet isleri görüsülüp karara baglanirdi.Divanda idarî ve örfî isler vezir-i azam, ser'î ve hukuki isler kadiasker, malî isler defterdar, arazi isleri de nisanci tarafindan görülürdü. Divan müzakereleri o günkü rûznâmeye (gündem) göre yapilirdi. Toplanti bittikten ve Maliye hazinesi ile Defterhane, vezir-i a'zamin mührü ile mühürlenip kapandiktan sonra çavusbasi, elindeki asasini yere vurarak divanin sona erdigini bildirirdi. Divandan sonra Yeniçeri agasi padisah tarafindan kabul olunarak ocak hakkinda bilgi alinirdi. Ondan sonra kadiaskerler huzura girip kendileri ile ilgili isleri arzederlerdi. Bundan sonra da vezir-i a'zam ile vezirler ve defterdar kabul olunurdu. Bütün bunlardan sonra da padisahlar, vezir-i a'zam ve vezirlerle beraber yemek yerlerdi. Ancak bu usûl, Fâtih Sultan Mehmed döneminde kaldirilmisti. Divan erkânindan baska o gün isleri için divana gelmis bulunan halka da din ve milliyet farki gözetilmeksizin yemek verilirdi.Öyle anlasiliyor ki Osmanli Devleti divani, devletin en yüksek organi özelligini tasimaktaydi. Devlet baskani olarak hükümdar, sIk sIk divan üyelerinin fikirlerini almak ihtiyacini hissediyordu. Bu durum, devlet idaresinin bir kisinin degil, bir kurulu teskil eden üyelerinin fikirlerinden yararlanilarak en mükemmel sekilde yapilabileceginin açik bir göstergesidir. Divanda, halk ile devletin bütün problemleri, özellikle timar tevcihleri ve önemli mevkilere yapilacak atamalar da görüsülmekteydi. Bu, yüksek memuriyetlere, hükümeti teskil eden üyelerin fikirlerinin alinarak atamalar yapildigina isarettir. Bir kurulun yapacagi atamalarin ise bir tek kisinin yapacagi atamalardan daha isabetli olacagi bir gerçektir. Divanda son söz süphesiz ki sultanindir. Ancak gördügümüz gibi hükümdarin, vezirlerin mütalaalarini almasi, daha dogrusu böyle bir ihtiyaci hissetmesi, devlet idaresinde is birligi ve koordinasyonun ön planda tutuldugunu göstermektedir.
OSMANLI MERKEZ TESKILÂTI
Kurulus dönemi Osmanli Devleti'nde yönetim, eski Türk töresindeki asiret usûllerine göre tatbik ediliyordu. Bu mânâda memleket, ailenin müsterek mali sayiliyordu. Bununla beraber hükümdar, önemli konularda tek basina karar vermeyerek bir kisim devlet adaminin fikrine de müracaat ediyordu. Bu fonksiyon, daha sonra adina "Divan" denecek meclis (bir çesit bakanlar kurulu) tarafindan yerine getiriliyordu. Baslangiçta vezir-i azam ve vezirler, hükümdarin birinci derecede yardimcilari idi. Her sey belli kanun ve nizamlar çerçevesinde yürütülüyordu. Fâtih dönemine kadar örfe dayali olan bu sistem, Fâtih'le birlikte yazili kanun haline getirilmistir. Bununla beraber, devletin genel kanunlari disinda, her kaza ve sancagin ekonomik ve sosyal durumuna göre özel kanunlari vardi.îdarede bütün yetki padisahin ve onu temsilen divanin elinde toplanmisti. Bu durum, mutlak bir merkezî otoriteyi ön plâna çikarmis oluyordu. Bu da devlete merkeziyetçi bir karekter kazandiriyordu. Çünkü daha kurulustan itibaren hükümdarlar, merkeziyetçilige giden bir yol tutmuslardi. Bu bakimdan bütün tayin ve aziller, merkezin bilgisi altinda yapiliyordu. Merkezin en önemli karar organi da "Divan-i Hümayûn" denilen müessese idi.
OSMANLI SEHZÂDELERI
XIV. asrin sonlari ile XV. asirda, diger Anadolu beyliklerinde de görüldügü gibi "çelebi" ünvani ile de anilan Osmanli hükümdar çocuklarina, sehzâde ismi verilmekte idi. Mense' ve mânâsi tam olarak tesbit edilemeyen ve Türkçe bir kelime olan "çelebi" kelimesinin ilk defa Anadolu'daki Türkler tarafindan kullanildigi ifade edilmektedir.Osmanli sehzâdeleri babalarinin sagliginda yüksek haslarla bir sancagin idaresine (sancaga çikma) tayin ediliyorlardi. Böylece, askerî ve idarî islerde tecrübe kazanip yetistiriliyorlardi. Sehzâdeler, tâkriben on-onbes yaslarinda tayin edildikleri sancaga gönderilirlerdi. Devlet islerinde kendilerini yetistirmek üzere, "lala" denilen tecrübeli bir devlet adami ile çesitli hizmetler için kalabalik bir maiyet verilirdi. Sehzâdeler, gidecekleri sancaga validelerini de beraberlerinde götürürlerdi. Sancakta bulunan sehzâdelere "Çelebi Sultan" denirdi.Osmanli sehzâdelerinden, sancak beyi olanlarin maiyetlerinde nisanci, defterdar, reisü'l-küttab gibi kalem heyetiyle miralem, mirahur, kapi agasi ve diger bazi saray erkâni vardi. Çelebi sultanlarin yaslan müsaitse bizzat kendileri divan kurup sancaklarina ait isleri görürlerdi. Yaslari küçük olanlarin bu islerine de lalalari bakardi. Sancagin bütün islerinde söz sahibi olan lalalar, devletçe itimad edilen sahislardan (vezirlerden) tayin edilirdi. Sehzâdeler, kendi sancaklarinda zeâmet ve timar tevcih edebildikleri gibi berat ve hüküm verip bunlara kendi isimlerini hâvi tugra çekebilirlerdi. Ancak yapacaklari bu tayin ve tevcihlerde devlet merkezine bilgi vermek ve asil deftere kaydettirmek mecburiyeti vardi.XV. yüzyil ortalarina kadar duruma göre Izmit, Bursa, Eskisehir, Aydin, Kütahya, Balikesir, Isparta, Antalya, Amasya, Manisa ve Sivas gibi sehirler, baslica sehzâde sancak merkezleri olmustur. Sehzâdelere Rumeli'de sancak verilmesi kanun degildi. Sehzâdelerin bulunduklari sancak merkezlerinde çevrelerinde bir fikir ve kültür hâlesi meydana gelirdi.Kurulus dönemindeki Osmanli sehzâdeleri, ya babalari ile beraber veya yalniz olarak sefere giderlerdi. Babalariyla sefere katildiklari zamanlarda ordunun yanlarinda, bazan da gerisindeki (ihtiyat) kuvvetlere komuta ederlerdi. Her Osmanli sehzâdesi, veliahd tayini usûlü olmadigindan dolayi hükümdar olma hakkina sahipti. Bu sebeple hükümdar olana karsi zaman zaman diger kardeslerin saltanat iddiasiyle ortaya çiktiklari görülür. Bu arada Savci Bey gibi, babasi I. Murad'a karsi hükümdarlik iddiasiyle ortaya çikanlar da olmustur.III. Mehmed'in cülûsundan (1595) itibaren sehzâdelerin fiilen sancaga gönderilmeleri usûlü tamamen terk edilerek, onun adina bir vekil sancaga gönderilmistir. Sehzâdeler ise âdeta Harem'e hapsedilmislerdi. Bu gelenegin terk edilmesi, Osmanli saltanat kurumu için tam bir felaket olmustu. XVII-XVIII. asirlarda Topkapi Sarayi'nin Harem kisminda "Simsirlik" denilen dairede hayatini geçiren sehzâdelerin sahsiyetleri, tam gelisememis, ilim ve kültür bakimindan zayif kalmislardi. Bununla beraber XVIII. asrin sonlarinda sehzâdeler, tekrar serbest hareket eder olmus ve devlet isleri ile ilgilenir olmuslardir